Ayağım burkulduğundan beri spor için salona gitmiyorum. Raporluyum. Ama tamamen kopmamak adına, Caddebostan sahile gidiyorum; yürümek ve kondüsyon artırmak için. Parkur sonunda da "kim kullanır bunları yahu" diyegeldiğim egzersiz aletlerinden karın için olanı kullanıyorum. Yine dememişim "büyük sözüme tövbe" diye. Neyse bu sefer sonuç iyi; zira pek de keyifli oluyormuş adalara karşı çalışmak...
Kulağımda müziğim, karşımda adalar ve masmavi Marmara, etrafımda yemyeşil çimenler, keyifle karın hareketlerimi yapıyordum. Bir anda peri gibi güzel, genç bir kadın yürüyüş yolundan çıktı, çimenler üzerinden bana doğru yürümeye başladı. Başı ile selam verdi. Kendisini tanımadığım için, önce etrafıma baktım. Yakın çevrede kimse yoktu. En kötü ihtimalle havaya gider selamım diyerek ben de selam verdim ve "günaydın" dedim kulağımda müziğim çalmaya devam ederken. İnce yapılı, uzun boylu, saman sarısı uzun saçlı genç kadın, kot pantolon giymişti. Zarif bluzu ve hırkası, modern gözlükleri ile bana spor yapmaktan başka bir neden ile oradaymış hissini verdi. Bana birşeyler söylediğini fark edince, kulaklıklarımı çıkardım. "Biletimi arıyorum" dedi. Bir an için refleksle yere baktım. O etrafa baktı ve "bilet bakıyorum" dedi. Neredeyse emindim kamera şakası olduğuna. Bu sefer etrafta biletle beraber kamera aramaya başladı gözlerim. "Nasıl ve ne bileti acaba?" dedim. "Seyahat bileti. Ben seyahate gitmek istiyorum" dedi. "Hımmm" dedim. Durum anlaşılmıştı. "Seyahate gitmek istiyorum, ama cesaret edemiyorum" dedi.
Bu muhabbet uzardı, ben izin verseydim. Ve on basardık Fellini filmlerine. Onun başka söyleyecekleri vardı mutlaka, ama benim onu dinleyecek halim yoktu. "Peki. Bakarım ben de bilete. Ama bulursam seyahate ben giderim. Şimdi sporuma devam edeceğim izninizle" dedim. Kulaklıklarımı takıp, müziğime ve sporuma döndüm. O da aletlerden biri ile biraz oyalandı ve gitti.
Deli, deliyi parkta bulmuştu. Bir tanesi söyleyeceğini söylemiş, diğerini düşüncelere gark etmiş ve gitmişti. Hala düşünüyorum "seyahat" ve "cesaret" ilişkisini. O, o kadar derin anlam vermemiş olsa da...
Yaşasın delilik!
30 Eylül 2010 Perşembe
12 Eylül 2010 Pazar
Biat, engeldir.
Şahane bir toplantıdan henüz döndüm. Konu ağrı idi. Dünyanın her yerinden çeşitli branşlardan insanlarla birlikte konuyu didikledik. Ülkemizdeki çalgılı çengili kongrelerden sonra bana ilaç gibi geldi. Çok nezih bir ortamda iddiasızlığın iddiası ile ağırladılar bizi. Sohbet sırasında kongre başkanı bu toplantıyı nereden duyduğumu sordu. Tesadüfen bir meslektaşımdan duyduğumu söyledim. Şaşırdı. Çünkü ağrı ile uğraşan ve bu internasyonel grubun önemli üyelerinden biri olan ağrı "guru"su, meşhur bir meslektaşımızın ülkemize duyurmasını beklerlermiş... (Ama bu "yoğun" doktorumuz, kongreden kongreye koşup "sunum"lar yaparken ve arada kliniğine gelip "doktorluk" yaparken ülkemiz doktorları için yapması gereken duyuruya fırsat bulamamıştır. ) Dahası kongreye katılmak isteyenlerin bir kısmının katılım- konaklama gibi ücretlerini verebileceklerini de ekledi. Geçen yıl İstanbul'da yaptıkları kongreden çok para kazandıklarını ve bu parayı bir şekilde harcamak zorunda olduklarını, bu paranın boşta beklediğini anlattı.
Bizde kongreler çok şaşalı geçer. En görgüsüz düğündekilerden bile daha görgüsüz sofralarda yemek yer, eller havaya yaparız. Konserlerine bilet bulunamayan sanatçılar gelir zoraki esprilerle doktorları eğlemeye çalışırlar. İlaç firmaları yağdırır- ne hikmetse(!). Üçüncü dünya ülkelerine yakışır şekilde harcarız paraları. Kongreyi düzenleyenlerin elde ettikleri geliri hesaplamak için ise benim matematiğim yetmez. Kimbilir ne hesaplarla denkleştirilir vicdan ve bilime hizmet.
Bugüne kadar ben hiç duymadım bir kongreden toplanan paralarla herhangi birine herhangi bir katkının yapıldığını, ama varsa böyle bir durum duymak- bilmek isterdim.
Bizim kongrelerde tıbbın kanıtlanmış verileri aynı kitaplardaki gibi "okunur", tek tük tecrübe aktarılır ve tartışmalar da genelde tatsız olur. Güç gösterisine dönüşür.
Katıldığım toplantıdan öğrendiklerimin ve pekiştirdiklerimin yanı sıra; tıbbın bir sanat olduğu, "kesin doğru" veya "kesin yanlış"ın olmadığı, bilginin modüler olup her şekilde kombinasyonlar ile uygulanabileceğini görmek-hissetmek işime olan sevgimi artırdı. Bu uygulamaların paylaşımı ise rakı sofrasındaki muhabbet kadar keyifli idi.
Ez cümle: yüzüm gülerek döndüm. Aklımda bir sürü plan, proje ile. Enerjim ne kadar götürür bilmem. Ama dönüp bu yazıyı okuduğumda hatırlarım belki o ortamı ve şarj olurum. Darısı gelecek toplantların başına.
3 Eylül 2010 Cuma
Söz O ki...
Sevgili Arkadaşım Ece'nin bir iletisine yer veriyorum.
Eski Roma'nın ünlü generallerinden birinin eşi dünya güzeli bir kadınmış. Kültürü, neşesi, ev sahibeliği üslubuyla benzeri güç bulunur bir "şahane kadın"... Boşanacakları haberi çıkmış, bütün Roma bu haberle çalkalanıyor. Yakın arkadaşları bir cesaret konuyu açmışlar:
- Eşin Roma'nın en güzel, en beğenilen, gıpta edilen kadını, diye başlamışlar...
Lafı birbirinin ağzından alarak dakikalarca övdükten sonra, sözü şu suale getirmişler.
" Nasıl olur da ondan ayrılmayı düşünebilirsin?"
General bacağını uzatarak:
- Çizmemi beğendiniz mi önce onu söyleyin bana, demiş.
- Çok güzel!
- Tay derisinden yapılmıştır. Sicilya'nın en marifetli çizmecisi tarafından, kendi eliyle, benim için yapılmıştır. Bir benzerini bütün Roma'da bulamazsınız.
- Belli, demiş arkadaşları. Benzersiz derken de haklısın. Ama bunun, bizim sualimizle ne alakası var?
Arkadaşlarının merakını iki kelimeyle gidermiş general:
- Ayağımı sıkıyor.
İnsanda güzel olan yüzdür, yüzde güzel olan gözdür ama insanı insan yapan ağızdan çıkan sözdür.....
"Söz o ki, kalbi açar; en çirkini dünya güzeli yapar.
Söz o ki, kalbi kapar; göz birşey görmez olur." Burcu
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)