27 Aralık 2010 Pazartesi

Hayat...

Hayattan ne anladın deseler,
İki kere anladım derim.
Biri Kayra imiş,
Diğeri de Kerem derim.

Ben yavrularımı özledim...



*Ordu Beyleri

23 Aralık 2010 Perşembe

İnsan
ya hayrandır sana, ya düşman.
Ya hiç yokmuşsun gibi unutulursun
ya bir d
akka bile çıkmazsın akıldan... 

Nâzım Hikmet RAN



Bence de. All or none. 

ipod nano siyah ekran

Dün gece ipodum bozuldu. Ekranı tamamen karardı. Olamazdı. Beni bırakamazdı. Onsuz uyuyamaz, ormanda koşamazdım. Onsuz ben çok sıkılırdım L Ayrıca n’olmuştu ki?! Hiçbir travma, ıslanma olmaksızın… Benim hayatımda bazı şeyler işte böyle “kendi kendilerine” kapanıveriyorlardı!!! Ama şu anda ipodsuz olmayı göze alamazdım. Keyfimin, huzurumun, coşkumun çok önemli bir destekçisiydi.

Ve her zamanki gibi sadece googlelayarak sorun çözüldü (IYMac). Daha önce de PC’de CD sıkışmıştı. Cımbız, sallama vs gibi “teknolojik” (!) yaklaşımlarıma rağmen çıkaramadığımda, googledan aldığım ipuçları ile cııııızt diye çıkarıvermiştim CD’i!!!

“Ipod nano black screen” yazdım ve çözümler tıkır tıkır döküldü karşıma, tam nasıl uğraşayım servisle mervisle derken J Ama biliyordum applelarımın beni yarı yolda bırakmayacağını!!! Apple’ın kendi sayfasında ağlanma sızlanma mektupları idi ilk link. Tüh dedim. Gidişat kötü. Ver elini Apple Servis… Sonra ikinci linkte sarışın bir kadının resmi ve “Don’t worry” anlamında başlığını görüp hooop 3. Linke geçecekken (önyargılarım “Bu kadın ne halleder ki şimdi?” derken) “Don’t worry!” hissi o kadar “healing” geldi ki, okumaya karar verdim. Basamak basamak mutluluğa erdim bu tatlı sarışın sayesinde. Derhal teşekkür ve aynı benim sayesinde eriştiğim iyilik halini bir şekilde hissettmesi dileklerimi yazdım yorum kısmına.

Evren böyle birşey… Beni iyi hissettirdi ve eminim birgün o da benzer duygulara bir yerde, bir zaman kavuşacak. En azından benim dileğim bu.

Şimdi ben de türkçe konuşanlar ve googledan türkça arama yapanlar için çevireceğim kadıncağızın öğrettiklerini ipod nanoda ekran kararırsa ne yapılmalı diye… İpod kararırsa… Ben üzülürüm L… Ama sonra hallolur… Elma görünür… Ben sevinirim… J
Kimbilir ben de birilerinin sevinmesine vesile olurum belki…

Ipodunuz ölü gibi, hiç hareket yok…
PC’e bağlıyorsunuz tık yok…

1- Önce 10 dakika kadar şarj edin. (Hold düğmesine dikkat edin. Turuncuyu görüyorsanız ipod bloke demektir. Öncelikle onu açmayı unutmayın. )
2- Hala hayat yok ise, hold düğmesini 2-3 kere hareket ettirin. Bazen işe yarıyormuş…
3- Yine uyanmadıysa, menu ve center’a, aynı anda, kuvvetlice basın. 8 saniye bekleyin (işlemi birden fazla kez yapmanız gerekebilirmiş). Ve tataaaaa! Beklenen ısırılmış elma ekranınızda di mi?! Benim öyle oldu. Ve nasıl sevindim!!! Darısı o elmayı bekleyen diğerlerinin başına…

*Yarın buz gibi havada yeni playlistim ile ormanda, gölün etrafında koşulmaz da ne yapılır? C’est la vie!!!

22 Aralık 2010 Çarşamba

Bağlanma Körü Körüne Ve Yaşa Delicesine



CAN YÜCEL DEMİŞ Kİ...


Bağlanmayacaksın bir şeye, öyle körü körüne. 
"O olmazsa yaşayamam." demeyeceksin. 
Demeyeceksin işte. 
Yaşarsın çünkü. 
Öyle beylik laflar etmeye gerek yok ki. 
Çok sevmeyeceksin mesela. O daha az severse kırılırsın. 

Ve zaten genellikle o daha az sever seni, 
Senin onu sevdiğinden. 
Çok sevmezsen, çok acımazsın. 
Çok sahiplenmeyince, çok ait de olmazsın hem. 
Hatta elini ayağını bile çok sahiplenmeyeceksin. 
Senin değillermiş gibi davranacaksın. 
Hem hiçbir şeyin olmazsa, kaybetmekten de 
korkmazsın. 
Onlarsız da yaşayabilirmişsin gibi davranacaksın. 
Çok eşyan olmayacak mesela evinde. 
Paldır küldür yürüyebileceksin. 
İlle de bir şeyleri sahipleneceksen, 
Çatıların gökyüzüyle birleştiği yerleri sahipleneceksin. 
Gökyüzünü sahipleneceksin, 
Güneşi, ayı, yıldızları... 
Mesela kuzey yıldızı, senin yıldızın olacak. 
"O benim." diyeceksin. 
Mutlaka sana ait olmasın istiyorsan birşeylerin... 
Mesela gökkuşağı senin olacak. 
İlle de bir şeye ait olacaksan, renklere ait 
olacaksın. 
Mesela turuncuya, yada pembeye. 
Ya da cennete ait olacaksın. 
Çok sahiplenmeden, Çok ait olmadan yaşayacaksın. 
Hem her an avuçlarından kayıp gidecekmiş gibi, Hem 
de hep senin kalacakmış gibi hayat. 
İlişik yaşayacaksın. Ucundan tutarak... 


Çok benimseyerek ve kabul ederek okudum önce. Sonra da ablama okudum. Hem “evet”, hem “ama” dedi ve o da bunu okutturdu… Karışmalılar (iki şiir içindeki haller) bence de. Doz ayarı yapılarak elbette.


YAŞADIKLARIMDAN ÖĞRENDİĞİM BİRŞEY VAR




  Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var:
   Yaşadın mı, yoğunluğuna yaşayacaksın bir şeyi


   Sevgilin bitkin kalmalı öpülmekten
   Sen bitkin düşmelisin koklamaktan bir çiçeği

   İnsan saatlerce bakabilir gökyüzüne
   Denize saatlerce bakabilir, bir kuşa, bir çocuğa
   Yaşamak yeryüzünde, onunla karışmaktır
   Kopmaz kökler salmaktır oraya

   Kucakladın mı sımsıkı kucaklayacaksın arkadaşını
   Kavgaya tüm kaslarınla, gövdenle, tutkunla gireceksin
   Ve uzandın mı bir kez sımsıcak kumlara
   Bir kum tanesi gibi, bir yaprak gibi, bir taş gibi dinleneceksin

   İnsan bütün güzel müzikleri dinlemeli alabildiğine
   Hem de tüm benliği seslerle, ezgilerle dolarcasına
   İnsan balıklama dalmalı içine hayatın
   Bir kayadan zümrüt bir denize dalarcasına

   Uzak ülkeler çekmeli seni, tanımadığın insanlar
   Bütün kitapları okumak, bütün hayatları tanımak arzusuyla yanmalısın
   Değişmemelisin hiç bir şeyle bir bardak su içmenin mutluluğunu
   Fakat ne kadar sevinç varsa yaşamak özlemiyle dolmalısın

   Ve kederi de yaşamalısın, namusluca, bütün benliğinle
   Çünkü acılar da, sevinçler gibi olgunlaştırır insanı
   Kanın karışmalı hayatın büyük dolaşımına
   Dolaşmalı damarlarında hayatın sonsuz taze kanı

   Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var:
   Yaşadın mı büyük yaşayacaksın, ırmaklara,göğe, bütün evrene karışırcasına   
   Çünkü ömür dediğimiz şey, hayata sunulmuş bir armağandır
   Ve hayat, sunulmuş bir armağandır insana
                                
Ataol Behramoğlu

13 Aralık 2010 Pazartesi

I wasterdam

Aklımda birçok konu vardı yazmak istediğim. Yazmayı düşündüğüm an yazmazsam unutuyorum.
Sondan başlayayım yazmaya...
Amsterdam seyahatimizden.
Et ve ot şehri Amsterdam.
Havaalanında karşılayan kahve kokusu direk medeniyet kitap gibi şeyler çağrıştırıyor bana. Avrupa işte diyorum. Avrupa sınırları içinde ziyaret ettiğim ve bende daha derin izler bırakan ülkelerde bu koku hakim. Bu ülkelerde kahve kokusu kitapçılarla da birleşince, orada yaşayabilirim duygusuna sokuyor insanı. Toplu taşıma araçları bir işkenceden ziyade bir "ulaşım" aracı gibi. Kitabınızı açıp okuyabiliyorsunuz. Gözünüzün gördüğü kadarı ile dokunmanıza engel olacak bir pislik görmüyorsunuz. Obsesif- kompulsif bozukluğum olduğuna neredeyse eminken, orada pekala normal insanlar gibi davranabildiğimi gördüm. Demek ki ben de metroda demirleri tutabiliyor, tuvalet kapılarını mendille tutmadan açabiliyormuşum! Elbette orada da istisnalar var ama kaideyi bozmuyorlar. Bizde ise kaide, istisnalar sayesinde ayakta durmaya çalışıyor... Tuvalet muhabbetine girmeyeceğim.

İnsanların giyim kuşamlarına geçiyorum. Ne kadar da benzer giyiniyorlar. Yırtınmıyorlar. Doğal ve rahatlar. Örtünmek için giyiniyorlar. Giydiklerini göstermek için değil. Bizde örtünmek tamamen yanlış yorumlanarak "sarınmak" boyutlarında iken, giyinmek de giydikleri ile etrafa statü göstermek anlamında ele alınıyor sanki. Hoş ben epeydir insanların kıyafetlerini veya dış görünüşlerini incelemeyi bırakmıştım.  O kadar çeşit var ki, ben yoruluyorum. Benzer mazeret ile alışveriş merkezlerinden de kaçıyorum. İnsanları incelerken, yargılamaya başlayabiliyorum. Bu da beni yoruyor. Yargılama kısmı için tedavi oluyorum zaten :)

Amsterdam şehir olarak süper sempatik bir şehir. Kanallar malum... Kanalların etrafındaki evler eski, ama eskimiş değil. Korunmuş, bakılmış, özenle içleri döşenmiş. Neyle mi? Kitaplık ve tablolarla. İşte ben bu zevki kıskanırım. İnsanların okuyabilirliğini ve tablo edinebilecek düzeyde zevk sahipliği edinmiş olmalarını. İçlerinde çalan müzikleri duyamadım elbette. Ama kimbilir neler neler çalıyordu o evlerde? Evet. Özendim. Hem de çok özendim yaşam kalitelerine.

Meydanlardan birinde bir kafede oturup içkimizi yudumladık. İnsanlar bizden farklı olarak sadece içebiliyorlar, yanında birşey yemeksizin. Şahsen ben atıştırmaya alışığım. Sadece içmek bana yabancı :) Ama içmenin bir yaşam şekli, muhabbete katık olduğu düşünülürse, beraberinde atıştırmanın sağlık açısından ne kadar dezavantajlı olacağı tartışılmaz.

Yer gök Arjantin restoranları ile kaplı. Etleri meşhurmuş. Yediğimde anladım "et" ne demekmiş :) Yoğun spor yaptığım dönemlerde canımın çektiği kanlı- canlı etler... Neredeyse dananın ta kendisi tabağı ortalamış geliyor. Şaka bir yana adamlar, o etleri öyle güzel pişiriyorlar ki... Ben pişirsem, taş gibi sertleşir kapıya takoz olur o etler :)

Etlerimizi yedikten sonra, "et" seyretmeye gittik... Red Light District'e tabii ki. Erkek olmadığım için sanırım, bana birşey ifade etmediği gibi, üzüldüm. Doğallık adına mı, aşmışlık adına mı bu şekilde sergiliyorlar bilemiyorum. Ama bence kesinlikle estetik değil. Hayvani diyebiliriz belki. O da olmaz, çünkü hayvanlar bu şekilde sergilemezler herhangi birşeylerini. Gerçekten doğal oldukları için. Sergilemek, doğallık harici bir durum. Her "doğal" kabul ettiğimiz alışkanlığımızı sergileyecek olsak, tuvaletlerin de sergi salonu olması lazım. Giderek iğrençleşiyor bu düşüncenin devamı. Kusura bakmayın. Toplum bu uygulama ile cinsel ilişkiyi salt ihtiyaca indirgemiş olabilir. Belki bu deneyimler, kadın-erkek ilişkilerinde duygusal, zihinsel ve bedensel tam bütünlüğü bulma durumunda "çift"lerin bütün olduklarını farkettirme ihtimaline imkan veriyordur. Ama bu serbestlik bu teşhircilikle olmamalı diye düşünüyorum. Neyse... Kırmızı ışıkları ve içlerindeki alemleri bıraktık orada.

Etleri geride bırakıp, otlara yelken açtık. Artık demlenme zamanı gelmişti. Coffeshop'a uğramadan Amsterdam'ı gördüm diyemezdim. Bulldog'tu önerilen. Kekle başla, dikkat et, yavaş ye dediler. Tık olmadı. Tüttüm, yine birşey olmadı. Ben meğer sigarayı içmeyi bilmiyormuşum. Boşa gitti güzelim ot.
Bir daha denedim. Satıcı, "Madem yüzme bilmiyordun neden çıktın ağaca?" gibisinden "If you don't smoke, why do you smoke?!" dedi ama beni vazgeçiremedi.  Öksüre tıksıra da olsa, marifetmiş gibi sigara içmeyi de öğrendim. Olmuştu. Kafa yapmıştı. Deli gibi şarkı söylemek arzusu geldi. Bir enstrüman çalmayı bilseydim, müthiş döktürürdüm gibi geldi. Sanatçıları anlar gibi oldum. Algım çok hoş bir şekilde artmıştı. Cool bir hal gelmişti üzerime. Konuşmuyor, izliyor ve her gördüğümden keyif alıyordum. Fena işti bu. İyi ki de bizde illegaldi. Yoksa durum fenaydı...

Biraz da müzelerden bahsedelim. Van Gogh tabii ki. Ben kafamın onunla bu kadar uyumlu olduğunu bilmezdim. Hayata aynı pencereden baktığımızı- ki biraz kendimi havalara sokmuş oluyorum tabii ki bu söylemimle- hiç bilmezdim. Onca ressam içinde en çok onun fırça darbelerini sevdiğimi farkettim. Belki de Kayra'nın da benzer bir tarzı var resimde, o yüzden de olabilir :) Sanki bir baltaya sap olamadığı düşünüldüğü bir anda, sanat galerisi sahibi olan erkek kardeşi Theo tarafından "resim yap bari" diye yönlendirilen bir deha o... Dindar babası ile arasının açıklığı, sıcak aileye olan hasreti resimlerinden çıkardığım.  Benzer yanımız babalarımız ve/veya ailelerimiz ile ilişkilerimiz değil. Hayatın doğallığını, mücadeleyi ve o mücadelenin izlerini algılayış ve ifade etme şekli. Ben algılıyorum ama ifade edemiyorum. Hastalığı ortaya çıkmadan önce çizdiği postallar, köylüler ve resim yaptığı köylerden de anlaşılacağı üzere emek, doğallık, hayat ve zorluklar ona çekici geliyor. Kanımca o içine de giremiyor bu hayatların ve ancak resmederek bu hayatın bir parçası oluyor. Benim çıkarımım da şöye oldu: "ya çizerim bu hayatı; ya girerim bu hayata" :D Şaka bir yana, biraz daha çalışacağım ben bu adamı. Sevdim zira.

Rijksmuseum, Rembrandt açısından iyi oldu. "The Night Watch"ı didik didik çalıştık. Diğerlerini biraz daha hızlı geçtik. Portrlerle işim olmaz zira. Hızla bitirdik. Ama Zümrüt'ün fotoğraflarından daha net görüntüler ve detaylar var portrelerde. Allah akıl fikir versin uğraşmış adamlar - boşluktan besbelli :) Neyse kütük yanımı saklıyayım ben şimdi. Çok güzeldi çok :D

Kanalları da gezdik tabii. Evlerin güzelliğini görüp, kıskandıktan sonra uyuyakalmışım.

Ez cümle: Ben Amsterdam'ı çok sevdim. Bir daha gitmek isterim.



6 Aralık 2010 Pazartesi

İşaret... mi bu?

Tam da Amerika ziyareti öncesi...
Normalde hiç televizyon seyretmiyorum. Bugün baş ağrım nedeni ile yatarak zaplama lüksümü kullandım. Çocuklarla bir iki çizgi filme takıldık. Sonra onlar yattı. Ben de kapatmadan önce dolanırken bir kanalda, daha doğrusu filmde takıldım. "Amreeka". Filistinli göçmen bir anne-oğulun maceraları... Kadın oğlunu alıp Amerika'da yaşayan kız kardeşinin yanına gidiyor :))). Önce umut, sonra hayal kırıklığı, sonra da uyum...
Bu arada film RTE'nin kanalında (Kanal 24) idi. Bu filmin bu kanalda ne işi var, ne amaçla koymuşlar onu da düşündüm tabii...
Film ile ilgili bilgi araştırırken, Amerika'da yaşayan ortadoğulu bir gazetecinin bloguna denk geldim. Onu da biraz okudum; özellikle de Amerika'ya ilk giriş maceralarını. Türklere de atıfta bulunmuş... http://landandpeople.blogspot.com/2009/06/in-amrika.html


Düşüncelerim zaten karışıktı, bunlar da sos oldu. Şimdi bulantım bu karışımdan mı migrenden mi bilemiyorum :)))


Ama filmin sloganı, daha uzun menzilli görüş sağlıyor:
"Life's best adventures are journeys of the heart."

İyi yolculuklar...

* Bu arada Cartoon Network'te seyrettiğimiz çizgi filmdeki bir repliği paylaşmadan geçemeyeceğim: 
"Kadın güzel değilse kadın değildir, erkek çirkin değilse erkek değildir". Ne demekse?!
Daha neler var çizgi filmlerde kim bilir...

5 Aralık 2010 Pazar

“MÜSLÜMAN’A HARAMDIR" ÇEŞMESİ

Bursa’da zamanında Müslüman bir zat bir çeşme yaptırmış. Eski adı yahudilik yol ağzı, bugün ki adı Arap Şükrü muhitinde, ve başına bir kitabe eklemiş,“Her kula helâl, Müslümana haram“… Tabii başkent, Osmanlı karışmış, bu nasıl fitnedir diye…
Efendime söyleyeyim, gitmişler kadıya şikâyete, yaka paça yakalanmış adam huzura getirilmiş, bu nasıl fitnedir, dini islam ahalisi müslüman olan koca devlette, sen kalk hayrattır, sebildir diye çeşme yap, ama suyunu müslümana yasakla… Olcak iş midir, nedir sebebi, aklını mı yitirdin? diye çıkışmışlar adama…
Adam müsade buyrun sebebi vardır, lakin ispat ister, delil şarttır der… Kadı kızar: “Ne delili, ne ispatı, sen fitne çıkardın müslüman ahalinin huzurunu kaçırdın katlin vaciptir!” der. Ama bir yandan da merak eder, nedir gerekçen diye sorar, adam bir tek Sultan´a derim diye cevap verince, karışır yine ortalık. Söz Sultan´a gider, adam saraya yaka paça götürülür…
Padişah sinirlenir ama diğer yandan da meraklanır : “De bakalım ne diyeceksen, bu nasıl iştir ki, hem çeşmeyi yaparsın, hem de her kula helâl, bir tek müslümana haram yazarsın…”
- Adam başı önünde delilim vardır, lâkin ispat ister
- Ya dediğin gibi sağlam değilse delilin?
- O zaman hükme kıldan incedir boynum sultanım
- Eeee
- Sultanım her hangi bir havradan (sinagog´dan) bir rastgele haham ı izahsız yaka paça tutuklayın, bir hafta bakın neler olacak..
Dediği yapılmış adamın, tüm azınlıklar bir olmuş, başlarında museviler, “Ne oluyor, bu ne zulüm, bizim din adamımıza biz kefiliz, ne gerekirse söyleyin yapalım, o masumdur, gerekirse kefalet ödeyelim…” efendim çevre ülkelerden bile elçiler gelmiş, elçiler mektup üstüne mektup getirmiş,
Bir hafta dolunca: Sultan´ım artık bırakmak zamanıdır demiş adam, haham bırakılmış, azınlıklar mutlu, bu sefer sultana teşekkürler, hediyeler, az zaman geçmiş ki adam Aynı işi herhangi bir kiliseden bir papaz için yaptırınız sultanım demiş.
Aynı işlemle, aynı usulle bir papaz derbest edilmiş, yaka paça alınmış pazar ayininden, aynı tepkiler artarak devam etmiş. Haftası dolunca da serbest bırakılmış. Mutluk ve sevinç gösterileri daha bir fazlalaşmış, teşekkürler, şükranlar… Levantenler din adamlarına kavuşmanın mutluluğu ile daha bir sarılmışlar birbirlerine.
Sultan: “Bitti mi?” demiş adama.
- “Sultanım son bir iş kaldı, sonra hüküm zamanıdır izninizle” demiş.
- Şimde nedir isteğin?
- Efendim başkentimiz Bursa’nın en sevilen, en sözü dinlenilen, itimad edilen Alimini alınız mimberinden,
dedikleri gibi olmuş, Ulucamiinin imamını, cuma hutbesinin ortasında almışlar… Yaka paça götürmüşler…
Ve ne olmuş bilin bakalım ?
  
Bir Allah’ın kulu, tek bir olumlu kelâm etmemiş, ne oluyor, siz ne yapıyorsunuz hiç olmasa vaazı bitene kadar bekleyeydiniz, dememiş. Peşinden giden olmamış, arayan soran olmamış…
Geçmiş bir hafta, nerde imam diye gelen giden olmamış… Aptal ve cahil bir imam atanmış yerine, ne konuştuğunu kulağının duymadığı yobaz cinsinden, halk halinden memnun, başlamış bir dedikodu, o geçen hafta derbest edilen koca âlim için;
-bizde onu adam, hoca bellemiştik,
- kimbilir ne haltlar etti de tutuklandı…
- vah vah acırım arkasında kıldığım namazlar…
- sorma sorma…
Padişah, kadı ve adam izlemişler olanı biteni, padişah;
- eee ne olacak şimdi adam.
- bırakma zamanıdır, bide özür dileyip helallik almak lazımdır hocadan.
- “haklısın” demiş padişah, denilenin yapılması için emir buyurmuş ve adama dönmüş, adam başı önünde;
- Ey büyük Sultanım, siz irade buyurunuz lütfen, böylesi Müslümanlara SU HELÂL edilir mi?
Sultan acı acı tebessüm etmiş;

- “Hava bile haram, hava bile…” demiş


4 Aralık 2010 Cumartesi

Erkek Adam

Bir alıntı bu...

Çocuk, "Anne, yirmi tebeşirden ondört tebeşir kullanırsak kaç tebeşir kalır?" diye sorar.
"Cevaplarsam sen öğrenemezsin, sayı boncuklarınla hesaplar mısın?" der annesi. Altı buçuk yaşındaki oğlundan gelen cevap atasözü niteliğindedir: "Erkek adam, boncukla hesap yapmaz, anne!"

1 Aralık 2010 Çarşamba

Hayat güzel, bakmasını bilene. Doğru yerde, doğru zamanda...

Bu akşam babam misafirimizdi yemekte. Çok keyifli bir yemekti. Kayra ve Kerem de sohbete eşlik ettiler neşeyle.
Onlar yattıktan sonra sohbetimiz devam etti. Şaraplarımızı içerken, bir ara gözüme kitaplıkta duran Hayyam'ın kitabı ilişti. Uzandım aldım ve okumaya başladık dörtlükleri. Sabahattin Eyüboğlu'nun arı türkçesi ile, safça anladığımız dörtlüklerden güzel meze olamazdı. Birkaçını paylaşıyorum.

Bizim şarap içmemiz ne keyfimizden,
Ne dine, edebe aykırı gitmemizden;
Bir an geçmek istiyoruz kendimizden: 
İçip içip sarhoş olmamız bu yüzden. 
                       *
Sarhoş oldum mu aklım azalır;
Ayıldım mı sevincim dağılır.
Ne sarhoş, ne ayık bir hal var ya?
En güzeli öyle yaşamaktır.
                      *
Toprak olup gitmişlere sorarsan
Ha gavur olmuşsun ha müslüman.
Kimler bu dünyada eğlenmemişse
Ötekinde yalnız onlar pişman.
                     *
Bu zamanda az dostun olsun, daha iyi.
Herkesle uzaktan hoşbeş edip geçmeli.
Can gözünü açınca görüyor ki insan
En büyük düşmanıymış en çok güvendiği.
                    *
En büyük söz Kuran bile
Arada bir okunur besmeleyle.
Kadehteyse öyle bir ayet var ki
Okur insan her zaman, her yerde.
----------------------------
Şerefe ve sağlığa kadeh kaldırdık. "Kadehteki ayetler" bitince babam gitti. Amma ve lakin gözlüğünü unutmuş... Ben getireyim hava alırım dedim. Gözlük bahane, İstanbul turu şahane!
Göztepe'ye bırakılan gözlük sonrası eve Kanlıca üzerinden gelmek ve akıllara ziyan güzellikteki İstanbul'u herkes çekildikten sonra doyasıya yaşamak, müziğimi stressiz bir ortamda keyifli bir sürüş ile dinlemek, Kanlıca'da hafif ürpererek denizi ve karşı kıyıyı seyretmek ( ama malesef kafeler kapandıkları için yoğurt yiyememek), en sevdiğim müziklerle amaçsız rota çizmek... Yaşam bu olmalı işte :) 
Morlock muyum ben acaba?

Gecenin şarkısını seçmek zor oldu...
http://fizy.com/#s/1ldxh5