27 Aralık 2010 Pazartesi

Hayat...

Hayattan ne anladın deseler,
İki kere anladım derim.
Biri Kayra imiş,
Diğeri de Kerem derim.

Ben yavrularımı özledim...



*Ordu Beyleri

23 Aralık 2010 Perşembe

İnsan
ya hayrandır sana, ya düşman.
Ya hiç yokmuşsun gibi unutulursun
ya bir d
akka bile çıkmazsın akıldan... 

Nâzım Hikmet RAN



Bence de. All or none. 

ipod nano siyah ekran

Dün gece ipodum bozuldu. Ekranı tamamen karardı. Olamazdı. Beni bırakamazdı. Onsuz uyuyamaz, ormanda koşamazdım. Onsuz ben çok sıkılırdım L Ayrıca n’olmuştu ki?! Hiçbir travma, ıslanma olmaksızın… Benim hayatımda bazı şeyler işte böyle “kendi kendilerine” kapanıveriyorlardı!!! Ama şu anda ipodsuz olmayı göze alamazdım. Keyfimin, huzurumun, coşkumun çok önemli bir destekçisiydi.

Ve her zamanki gibi sadece googlelayarak sorun çözüldü (IYMac). Daha önce de PC’de CD sıkışmıştı. Cımbız, sallama vs gibi “teknolojik” (!) yaklaşımlarıma rağmen çıkaramadığımda, googledan aldığım ipuçları ile cııııızt diye çıkarıvermiştim CD’i!!!

“Ipod nano black screen” yazdım ve çözümler tıkır tıkır döküldü karşıma, tam nasıl uğraşayım servisle mervisle derken J Ama biliyordum applelarımın beni yarı yolda bırakmayacağını!!! Apple’ın kendi sayfasında ağlanma sızlanma mektupları idi ilk link. Tüh dedim. Gidişat kötü. Ver elini Apple Servis… Sonra ikinci linkte sarışın bir kadının resmi ve “Don’t worry” anlamında başlığını görüp hooop 3. Linke geçecekken (önyargılarım “Bu kadın ne halleder ki şimdi?” derken) “Don’t worry!” hissi o kadar “healing” geldi ki, okumaya karar verdim. Basamak basamak mutluluğa erdim bu tatlı sarışın sayesinde. Derhal teşekkür ve aynı benim sayesinde eriştiğim iyilik halini bir şekilde hissettmesi dileklerimi yazdım yorum kısmına.

Evren böyle birşey… Beni iyi hissettirdi ve eminim birgün o da benzer duygulara bir yerde, bir zaman kavuşacak. En azından benim dileğim bu.

Şimdi ben de türkçe konuşanlar ve googledan türkça arama yapanlar için çevireceğim kadıncağızın öğrettiklerini ipod nanoda ekran kararırsa ne yapılmalı diye… İpod kararırsa… Ben üzülürüm L… Ama sonra hallolur… Elma görünür… Ben sevinirim… J
Kimbilir ben de birilerinin sevinmesine vesile olurum belki…

Ipodunuz ölü gibi, hiç hareket yok…
PC’e bağlıyorsunuz tık yok…

1- Önce 10 dakika kadar şarj edin. (Hold düğmesine dikkat edin. Turuncuyu görüyorsanız ipod bloke demektir. Öncelikle onu açmayı unutmayın. )
2- Hala hayat yok ise, hold düğmesini 2-3 kere hareket ettirin. Bazen işe yarıyormuş…
3- Yine uyanmadıysa, menu ve center’a, aynı anda, kuvvetlice basın. 8 saniye bekleyin (işlemi birden fazla kez yapmanız gerekebilirmiş). Ve tataaaaa! Beklenen ısırılmış elma ekranınızda di mi?! Benim öyle oldu. Ve nasıl sevindim!!! Darısı o elmayı bekleyen diğerlerinin başına…

*Yarın buz gibi havada yeni playlistim ile ormanda, gölün etrafında koşulmaz da ne yapılır? C’est la vie!!!

22 Aralık 2010 Çarşamba

Bağlanma Körü Körüne Ve Yaşa Delicesine



CAN YÜCEL DEMİŞ Kİ...


Bağlanmayacaksın bir şeye, öyle körü körüne. 
"O olmazsa yaşayamam." demeyeceksin. 
Demeyeceksin işte. 
Yaşarsın çünkü. 
Öyle beylik laflar etmeye gerek yok ki. 
Çok sevmeyeceksin mesela. O daha az severse kırılırsın. 

Ve zaten genellikle o daha az sever seni, 
Senin onu sevdiğinden. 
Çok sevmezsen, çok acımazsın. 
Çok sahiplenmeyince, çok ait de olmazsın hem. 
Hatta elini ayağını bile çok sahiplenmeyeceksin. 
Senin değillermiş gibi davranacaksın. 
Hem hiçbir şeyin olmazsa, kaybetmekten de 
korkmazsın. 
Onlarsız da yaşayabilirmişsin gibi davranacaksın. 
Çok eşyan olmayacak mesela evinde. 
Paldır küldür yürüyebileceksin. 
İlle de bir şeyleri sahipleneceksen, 
Çatıların gökyüzüyle birleştiği yerleri sahipleneceksin. 
Gökyüzünü sahipleneceksin, 
Güneşi, ayı, yıldızları... 
Mesela kuzey yıldızı, senin yıldızın olacak. 
"O benim." diyeceksin. 
Mutlaka sana ait olmasın istiyorsan birşeylerin... 
Mesela gökkuşağı senin olacak. 
İlle de bir şeye ait olacaksan, renklere ait 
olacaksın. 
Mesela turuncuya, yada pembeye. 
Ya da cennete ait olacaksın. 
Çok sahiplenmeden, Çok ait olmadan yaşayacaksın. 
Hem her an avuçlarından kayıp gidecekmiş gibi, Hem 
de hep senin kalacakmış gibi hayat. 
İlişik yaşayacaksın. Ucundan tutarak... 


Çok benimseyerek ve kabul ederek okudum önce. Sonra da ablama okudum. Hem “evet”, hem “ama” dedi ve o da bunu okutturdu… Karışmalılar (iki şiir içindeki haller) bence de. Doz ayarı yapılarak elbette.


YAŞADIKLARIMDAN ÖĞRENDİĞİM BİRŞEY VAR




  Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var:
   Yaşadın mı, yoğunluğuna yaşayacaksın bir şeyi


   Sevgilin bitkin kalmalı öpülmekten
   Sen bitkin düşmelisin koklamaktan bir çiçeği

   İnsan saatlerce bakabilir gökyüzüne
   Denize saatlerce bakabilir, bir kuşa, bir çocuğa
   Yaşamak yeryüzünde, onunla karışmaktır
   Kopmaz kökler salmaktır oraya

   Kucakladın mı sımsıkı kucaklayacaksın arkadaşını
   Kavgaya tüm kaslarınla, gövdenle, tutkunla gireceksin
   Ve uzandın mı bir kez sımsıcak kumlara
   Bir kum tanesi gibi, bir yaprak gibi, bir taş gibi dinleneceksin

   İnsan bütün güzel müzikleri dinlemeli alabildiğine
   Hem de tüm benliği seslerle, ezgilerle dolarcasına
   İnsan balıklama dalmalı içine hayatın
   Bir kayadan zümrüt bir denize dalarcasına

   Uzak ülkeler çekmeli seni, tanımadığın insanlar
   Bütün kitapları okumak, bütün hayatları tanımak arzusuyla yanmalısın
   Değişmemelisin hiç bir şeyle bir bardak su içmenin mutluluğunu
   Fakat ne kadar sevinç varsa yaşamak özlemiyle dolmalısın

   Ve kederi de yaşamalısın, namusluca, bütün benliğinle
   Çünkü acılar da, sevinçler gibi olgunlaştırır insanı
   Kanın karışmalı hayatın büyük dolaşımına
   Dolaşmalı damarlarında hayatın sonsuz taze kanı

   Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var:
   Yaşadın mı büyük yaşayacaksın, ırmaklara,göğe, bütün evrene karışırcasına   
   Çünkü ömür dediğimiz şey, hayata sunulmuş bir armağandır
   Ve hayat, sunulmuş bir armağandır insana
                                
Ataol Behramoğlu

13 Aralık 2010 Pazartesi

I wasterdam

Aklımda birçok konu vardı yazmak istediğim. Yazmayı düşündüğüm an yazmazsam unutuyorum.
Sondan başlayayım yazmaya...
Amsterdam seyahatimizden.
Et ve ot şehri Amsterdam.
Havaalanında karşılayan kahve kokusu direk medeniyet kitap gibi şeyler çağrıştırıyor bana. Avrupa işte diyorum. Avrupa sınırları içinde ziyaret ettiğim ve bende daha derin izler bırakan ülkelerde bu koku hakim. Bu ülkelerde kahve kokusu kitapçılarla da birleşince, orada yaşayabilirim duygusuna sokuyor insanı. Toplu taşıma araçları bir işkenceden ziyade bir "ulaşım" aracı gibi. Kitabınızı açıp okuyabiliyorsunuz. Gözünüzün gördüğü kadarı ile dokunmanıza engel olacak bir pislik görmüyorsunuz. Obsesif- kompulsif bozukluğum olduğuna neredeyse eminken, orada pekala normal insanlar gibi davranabildiğimi gördüm. Demek ki ben de metroda demirleri tutabiliyor, tuvalet kapılarını mendille tutmadan açabiliyormuşum! Elbette orada da istisnalar var ama kaideyi bozmuyorlar. Bizde ise kaide, istisnalar sayesinde ayakta durmaya çalışıyor... Tuvalet muhabbetine girmeyeceğim.

İnsanların giyim kuşamlarına geçiyorum. Ne kadar da benzer giyiniyorlar. Yırtınmıyorlar. Doğal ve rahatlar. Örtünmek için giyiniyorlar. Giydiklerini göstermek için değil. Bizde örtünmek tamamen yanlış yorumlanarak "sarınmak" boyutlarında iken, giyinmek de giydikleri ile etrafa statü göstermek anlamında ele alınıyor sanki. Hoş ben epeydir insanların kıyafetlerini veya dış görünüşlerini incelemeyi bırakmıştım.  O kadar çeşit var ki, ben yoruluyorum. Benzer mazeret ile alışveriş merkezlerinden de kaçıyorum. İnsanları incelerken, yargılamaya başlayabiliyorum. Bu da beni yoruyor. Yargılama kısmı için tedavi oluyorum zaten :)

Amsterdam şehir olarak süper sempatik bir şehir. Kanallar malum... Kanalların etrafındaki evler eski, ama eskimiş değil. Korunmuş, bakılmış, özenle içleri döşenmiş. Neyle mi? Kitaplık ve tablolarla. İşte ben bu zevki kıskanırım. İnsanların okuyabilirliğini ve tablo edinebilecek düzeyde zevk sahipliği edinmiş olmalarını. İçlerinde çalan müzikleri duyamadım elbette. Ama kimbilir neler neler çalıyordu o evlerde? Evet. Özendim. Hem de çok özendim yaşam kalitelerine.

Meydanlardan birinde bir kafede oturup içkimizi yudumladık. İnsanlar bizden farklı olarak sadece içebiliyorlar, yanında birşey yemeksizin. Şahsen ben atıştırmaya alışığım. Sadece içmek bana yabancı :) Ama içmenin bir yaşam şekli, muhabbete katık olduğu düşünülürse, beraberinde atıştırmanın sağlık açısından ne kadar dezavantajlı olacağı tartışılmaz.

Yer gök Arjantin restoranları ile kaplı. Etleri meşhurmuş. Yediğimde anladım "et" ne demekmiş :) Yoğun spor yaptığım dönemlerde canımın çektiği kanlı- canlı etler... Neredeyse dananın ta kendisi tabağı ortalamış geliyor. Şaka bir yana adamlar, o etleri öyle güzel pişiriyorlar ki... Ben pişirsem, taş gibi sertleşir kapıya takoz olur o etler :)

Etlerimizi yedikten sonra, "et" seyretmeye gittik... Red Light District'e tabii ki. Erkek olmadığım için sanırım, bana birşey ifade etmediği gibi, üzüldüm. Doğallık adına mı, aşmışlık adına mı bu şekilde sergiliyorlar bilemiyorum. Ama bence kesinlikle estetik değil. Hayvani diyebiliriz belki. O da olmaz, çünkü hayvanlar bu şekilde sergilemezler herhangi birşeylerini. Gerçekten doğal oldukları için. Sergilemek, doğallık harici bir durum. Her "doğal" kabul ettiğimiz alışkanlığımızı sergileyecek olsak, tuvaletlerin de sergi salonu olması lazım. Giderek iğrençleşiyor bu düşüncenin devamı. Kusura bakmayın. Toplum bu uygulama ile cinsel ilişkiyi salt ihtiyaca indirgemiş olabilir. Belki bu deneyimler, kadın-erkek ilişkilerinde duygusal, zihinsel ve bedensel tam bütünlüğü bulma durumunda "çift"lerin bütün olduklarını farkettirme ihtimaline imkan veriyordur. Ama bu serbestlik bu teşhircilikle olmamalı diye düşünüyorum. Neyse... Kırmızı ışıkları ve içlerindeki alemleri bıraktık orada.

Etleri geride bırakıp, otlara yelken açtık. Artık demlenme zamanı gelmişti. Coffeshop'a uğramadan Amsterdam'ı gördüm diyemezdim. Bulldog'tu önerilen. Kekle başla, dikkat et, yavaş ye dediler. Tık olmadı. Tüttüm, yine birşey olmadı. Ben meğer sigarayı içmeyi bilmiyormuşum. Boşa gitti güzelim ot.
Bir daha denedim. Satıcı, "Madem yüzme bilmiyordun neden çıktın ağaca?" gibisinden "If you don't smoke, why do you smoke?!" dedi ama beni vazgeçiremedi.  Öksüre tıksıra da olsa, marifetmiş gibi sigara içmeyi de öğrendim. Olmuştu. Kafa yapmıştı. Deli gibi şarkı söylemek arzusu geldi. Bir enstrüman çalmayı bilseydim, müthiş döktürürdüm gibi geldi. Sanatçıları anlar gibi oldum. Algım çok hoş bir şekilde artmıştı. Cool bir hal gelmişti üzerime. Konuşmuyor, izliyor ve her gördüğümden keyif alıyordum. Fena işti bu. İyi ki de bizde illegaldi. Yoksa durum fenaydı...

Biraz da müzelerden bahsedelim. Van Gogh tabii ki. Ben kafamın onunla bu kadar uyumlu olduğunu bilmezdim. Hayata aynı pencereden baktığımızı- ki biraz kendimi havalara sokmuş oluyorum tabii ki bu söylemimle- hiç bilmezdim. Onca ressam içinde en çok onun fırça darbelerini sevdiğimi farkettim. Belki de Kayra'nın da benzer bir tarzı var resimde, o yüzden de olabilir :) Sanki bir baltaya sap olamadığı düşünüldüğü bir anda, sanat galerisi sahibi olan erkek kardeşi Theo tarafından "resim yap bari" diye yönlendirilen bir deha o... Dindar babası ile arasının açıklığı, sıcak aileye olan hasreti resimlerinden çıkardığım.  Benzer yanımız babalarımız ve/veya ailelerimiz ile ilişkilerimiz değil. Hayatın doğallığını, mücadeleyi ve o mücadelenin izlerini algılayış ve ifade etme şekli. Ben algılıyorum ama ifade edemiyorum. Hastalığı ortaya çıkmadan önce çizdiği postallar, köylüler ve resim yaptığı köylerden de anlaşılacağı üzere emek, doğallık, hayat ve zorluklar ona çekici geliyor. Kanımca o içine de giremiyor bu hayatların ve ancak resmederek bu hayatın bir parçası oluyor. Benim çıkarımım da şöye oldu: "ya çizerim bu hayatı; ya girerim bu hayata" :D Şaka bir yana, biraz daha çalışacağım ben bu adamı. Sevdim zira.

Rijksmuseum, Rembrandt açısından iyi oldu. "The Night Watch"ı didik didik çalıştık. Diğerlerini biraz daha hızlı geçtik. Portrlerle işim olmaz zira. Hızla bitirdik. Ama Zümrüt'ün fotoğraflarından daha net görüntüler ve detaylar var portrelerde. Allah akıl fikir versin uğraşmış adamlar - boşluktan besbelli :) Neyse kütük yanımı saklıyayım ben şimdi. Çok güzeldi çok :D

Kanalları da gezdik tabii. Evlerin güzelliğini görüp, kıskandıktan sonra uyuyakalmışım.

Ez cümle: Ben Amsterdam'ı çok sevdim. Bir daha gitmek isterim.



6 Aralık 2010 Pazartesi

İşaret... mi bu?

Tam da Amerika ziyareti öncesi...
Normalde hiç televizyon seyretmiyorum. Bugün baş ağrım nedeni ile yatarak zaplama lüksümü kullandım. Çocuklarla bir iki çizgi filme takıldık. Sonra onlar yattı. Ben de kapatmadan önce dolanırken bir kanalda, daha doğrusu filmde takıldım. "Amreeka". Filistinli göçmen bir anne-oğulun maceraları... Kadın oğlunu alıp Amerika'da yaşayan kız kardeşinin yanına gidiyor :))). Önce umut, sonra hayal kırıklığı, sonra da uyum...
Bu arada film RTE'nin kanalında (Kanal 24) idi. Bu filmin bu kanalda ne işi var, ne amaçla koymuşlar onu da düşündüm tabii...
Film ile ilgili bilgi araştırırken, Amerika'da yaşayan ortadoğulu bir gazetecinin bloguna denk geldim. Onu da biraz okudum; özellikle de Amerika'ya ilk giriş maceralarını. Türklere de atıfta bulunmuş... http://landandpeople.blogspot.com/2009/06/in-amrika.html


Düşüncelerim zaten karışıktı, bunlar da sos oldu. Şimdi bulantım bu karışımdan mı migrenden mi bilemiyorum :)))


Ama filmin sloganı, daha uzun menzilli görüş sağlıyor:
"Life's best adventures are journeys of the heart."

İyi yolculuklar...

* Bu arada Cartoon Network'te seyrettiğimiz çizgi filmdeki bir repliği paylaşmadan geçemeyeceğim: 
"Kadın güzel değilse kadın değildir, erkek çirkin değilse erkek değildir". Ne demekse?!
Daha neler var çizgi filmlerde kim bilir...

5 Aralık 2010 Pazar

“MÜSLÜMAN’A HARAMDIR" ÇEŞMESİ

Bursa’da zamanında Müslüman bir zat bir çeşme yaptırmış. Eski adı yahudilik yol ağzı, bugün ki adı Arap Şükrü muhitinde, ve başına bir kitabe eklemiş,“Her kula helâl, Müslümana haram“… Tabii başkent, Osmanlı karışmış, bu nasıl fitnedir diye…
Efendime söyleyeyim, gitmişler kadıya şikâyete, yaka paça yakalanmış adam huzura getirilmiş, bu nasıl fitnedir, dini islam ahalisi müslüman olan koca devlette, sen kalk hayrattır, sebildir diye çeşme yap, ama suyunu müslümana yasakla… Olcak iş midir, nedir sebebi, aklını mı yitirdin? diye çıkışmışlar adama…
Adam müsade buyrun sebebi vardır, lakin ispat ister, delil şarttır der… Kadı kızar: “Ne delili, ne ispatı, sen fitne çıkardın müslüman ahalinin huzurunu kaçırdın katlin vaciptir!” der. Ama bir yandan da merak eder, nedir gerekçen diye sorar, adam bir tek Sultan´a derim diye cevap verince, karışır yine ortalık. Söz Sultan´a gider, adam saraya yaka paça götürülür…
Padişah sinirlenir ama diğer yandan da meraklanır : “De bakalım ne diyeceksen, bu nasıl iştir ki, hem çeşmeyi yaparsın, hem de her kula helâl, bir tek müslümana haram yazarsın…”
- Adam başı önünde delilim vardır, lâkin ispat ister
- Ya dediğin gibi sağlam değilse delilin?
- O zaman hükme kıldan incedir boynum sultanım
- Eeee
- Sultanım her hangi bir havradan (sinagog´dan) bir rastgele haham ı izahsız yaka paça tutuklayın, bir hafta bakın neler olacak..
Dediği yapılmış adamın, tüm azınlıklar bir olmuş, başlarında museviler, “Ne oluyor, bu ne zulüm, bizim din adamımıza biz kefiliz, ne gerekirse söyleyin yapalım, o masumdur, gerekirse kefalet ödeyelim…” efendim çevre ülkelerden bile elçiler gelmiş, elçiler mektup üstüne mektup getirmiş,
Bir hafta dolunca: Sultan´ım artık bırakmak zamanıdır demiş adam, haham bırakılmış, azınlıklar mutlu, bu sefer sultana teşekkürler, hediyeler, az zaman geçmiş ki adam Aynı işi herhangi bir kiliseden bir papaz için yaptırınız sultanım demiş.
Aynı işlemle, aynı usulle bir papaz derbest edilmiş, yaka paça alınmış pazar ayininden, aynı tepkiler artarak devam etmiş. Haftası dolunca da serbest bırakılmış. Mutluk ve sevinç gösterileri daha bir fazlalaşmış, teşekkürler, şükranlar… Levantenler din adamlarına kavuşmanın mutluluğu ile daha bir sarılmışlar birbirlerine.
Sultan: “Bitti mi?” demiş adama.
- “Sultanım son bir iş kaldı, sonra hüküm zamanıdır izninizle” demiş.
- Şimde nedir isteğin?
- Efendim başkentimiz Bursa’nın en sevilen, en sözü dinlenilen, itimad edilen Alimini alınız mimberinden,
dedikleri gibi olmuş, Ulucamiinin imamını, cuma hutbesinin ortasında almışlar… Yaka paça götürmüşler…
Ve ne olmuş bilin bakalım ?
  
Bir Allah’ın kulu, tek bir olumlu kelâm etmemiş, ne oluyor, siz ne yapıyorsunuz hiç olmasa vaazı bitene kadar bekleyeydiniz, dememiş. Peşinden giden olmamış, arayan soran olmamış…
Geçmiş bir hafta, nerde imam diye gelen giden olmamış… Aptal ve cahil bir imam atanmış yerine, ne konuştuğunu kulağının duymadığı yobaz cinsinden, halk halinden memnun, başlamış bir dedikodu, o geçen hafta derbest edilen koca âlim için;
-bizde onu adam, hoca bellemiştik,
- kimbilir ne haltlar etti de tutuklandı…
- vah vah acırım arkasında kıldığım namazlar…
- sorma sorma…
Padişah, kadı ve adam izlemişler olanı biteni, padişah;
- eee ne olacak şimdi adam.
- bırakma zamanıdır, bide özür dileyip helallik almak lazımdır hocadan.
- “haklısın” demiş padişah, denilenin yapılması için emir buyurmuş ve adama dönmüş, adam başı önünde;
- Ey büyük Sultanım, siz irade buyurunuz lütfen, böylesi Müslümanlara SU HELÂL edilir mi?
Sultan acı acı tebessüm etmiş;

- “Hava bile haram, hava bile…” demiş


4 Aralık 2010 Cumartesi

Erkek Adam

Bir alıntı bu...

Çocuk, "Anne, yirmi tebeşirden ondört tebeşir kullanırsak kaç tebeşir kalır?" diye sorar.
"Cevaplarsam sen öğrenemezsin, sayı boncuklarınla hesaplar mısın?" der annesi. Altı buçuk yaşındaki oğlundan gelen cevap atasözü niteliğindedir: "Erkek adam, boncukla hesap yapmaz, anne!"

1 Aralık 2010 Çarşamba

Hayat güzel, bakmasını bilene. Doğru yerde, doğru zamanda...

Bu akşam babam misafirimizdi yemekte. Çok keyifli bir yemekti. Kayra ve Kerem de sohbete eşlik ettiler neşeyle.
Onlar yattıktan sonra sohbetimiz devam etti. Şaraplarımızı içerken, bir ara gözüme kitaplıkta duran Hayyam'ın kitabı ilişti. Uzandım aldım ve okumaya başladık dörtlükleri. Sabahattin Eyüboğlu'nun arı türkçesi ile, safça anladığımız dörtlüklerden güzel meze olamazdı. Birkaçını paylaşıyorum.

Bizim şarap içmemiz ne keyfimizden,
Ne dine, edebe aykırı gitmemizden;
Bir an geçmek istiyoruz kendimizden: 
İçip içip sarhoş olmamız bu yüzden. 
                       *
Sarhoş oldum mu aklım azalır;
Ayıldım mı sevincim dağılır.
Ne sarhoş, ne ayık bir hal var ya?
En güzeli öyle yaşamaktır.
                      *
Toprak olup gitmişlere sorarsan
Ha gavur olmuşsun ha müslüman.
Kimler bu dünyada eğlenmemişse
Ötekinde yalnız onlar pişman.
                     *
Bu zamanda az dostun olsun, daha iyi.
Herkesle uzaktan hoşbeş edip geçmeli.
Can gözünü açınca görüyor ki insan
En büyük düşmanıymış en çok güvendiği.
                    *
En büyük söz Kuran bile
Arada bir okunur besmeleyle.
Kadehteyse öyle bir ayet var ki
Okur insan her zaman, her yerde.
----------------------------
Şerefe ve sağlığa kadeh kaldırdık. "Kadehteki ayetler" bitince babam gitti. Amma ve lakin gözlüğünü unutmuş... Ben getireyim hava alırım dedim. Gözlük bahane, İstanbul turu şahane!
Göztepe'ye bırakılan gözlük sonrası eve Kanlıca üzerinden gelmek ve akıllara ziyan güzellikteki İstanbul'u herkes çekildikten sonra doyasıya yaşamak, müziğimi stressiz bir ortamda keyifli bir sürüş ile dinlemek, Kanlıca'da hafif ürpererek denizi ve karşı kıyıyı seyretmek ( ama malesef kafeler kapandıkları için yoğurt yiyememek), en sevdiğim müziklerle amaçsız rota çizmek... Yaşam bu olmalı işte :) 
Morlock muyum ben acaba?

Gecenin şarkısını seçmek zor oldu...
http://fizy.com/#s/1ldxh5










24 Kasım 2010 Çarşamba

Ah Istanbul...

Sabah gökyüzü pırıl pırıl, masmaviydi. Salona kapanıp spor yapmak enerji israfı olacaktı. Sahilde koşmak ise bir ödül...
Öyle de oldu. Hayatımın en güzel sabahlarından biriydi. Deli deniz, şiddetli Lodos'a kendini bırakıp, kanat çırpmadan havada asılı kalan kuşlar, güneşin ışıklarının denizle dansı, müziğim ve koşu... Tembel tembel, tırıs koşu. Ve Lodos'a rağmen başağrısının yokluğu!
ipod'umun elverdiği kadarı ile çekebildim güzellikleri. Gözün gördüğü, kulağın duyduğu, cildin hissettiği, yüreği cızlatan güzellik olmadı tabii. Ama fikir verebilir. 
Çok şımartıcı, çok yatıştırıcı. Bir o kadar da kafa karıştırıcı... Bu şehirle ilgili. Yaşanmaz bu şehirde derken, öyle bir güzellikle karşınıza çıkıyor ki bu şehir... Öyle çarpıcı bir güzelliği ve çekiciliği var ki. Gidilmiyor... Ondan uzak kalmak göze alınamıyor. Her türlü işkencesine göz yumulur, ona uyulur gibi geliyor. 
Ben hayatımda bu kadar güzel bir şehir görmedim. Suyun kenarında çok şehir gördüm. Kimisi deniz kenarında, kimisi okyanus. Kimisinin içinden nehir geçer- çamurlu çamurlu, kimisinin içinde göl vardır. Hepsinin verdiği his aynıdır: "Su akar deli bakar". Ama İstanbul'daki "su", ister Marmara olsun, ister Boğaz, insanı "deli eder", "aklını alır", rengiyle, kokusuyla, coşkusuyla... 

Kulağımdaki müzik, durum ile çok uyumluydu. Bir şarkı daha var ki o da iyi giderdi. Onu da ekleyeceğim. Klibi bir de onun eşliğinde (Muse'un sesini kısarak) seyretmeli... Vaktim olursa onun için ayrı bir klip de yaparım belki. 
Ben bugünü paylaşıyorum. İstanbul'u sevenler ve özleyenler için...




6 Kasım 2010 Cumartesi

Vatikan

Yazmıyayım yazmıyayım dedim. Sonunda yazmaya karar verdim. Neyi mi? Vatikan'ın hissettirdiklerini. Birkaç kadeh içkiden sonra öyle de güzel yazılıyormuş ki meğer...

Gitmek konusunda tereddütlerim vardı. En sonunda, "Roma'ya gelmişken gidelim" dedik. Sonuç: Babamla çok eğlendik. Allah'tan inançlarımız, görüşlerimiz örtüşüyor da iş, işkenceye dönmedi. Zira kuyrukların ucu bucağı yoktu.

Yazacaklarım kimseyi rencide etmemeli. Onun için dikkatli olmaya çalışıyorum.

Vatikan "para" kokuyordu. Aynen bizdeki gibi insanların zaafiyetlerini kullanan bir düzenin sahnesiydi. Biz de sahnede turist rolünü oynadık. Güruhların transına şahit olduk. Bu transtan istifade edenleri izledik, komplo teorileri ürettik. F-tipi, V-tipi farketmiyor...onu gördük. Kısa bir süre de olsa o sahnenin ne kadar sıkıcı olduğunu hissettik. Ama mutlaka faydalıdır, bunca insan boşuna gelmiyordur dedik. Fıkramızı anlattık. Kıkırdadık. Yürüdük gittik. Gelmiş geçmiş olsun.

İşte fıkra:

Tommy günah çıkarmaya gider ve kabinde rahibe, "Bağışla beni baba, günah işledim" der. "Yollu bir kadınla beraber oldum."
Rahip, "Sen misin Tommy?" diye sorar.
"Evet Peder. Benim."
"Kimle birlikte oldun Tommy?"
"Söylemesem daha iyi Peder..."
"Bridget miydi?" 
"Hayır."
"Colleen?"
"Hayır, Peder."
"Megan mıydı, peki?"
"Cık"
"Peki, Tommy. Dört defa 'Babamız', dört defa da 'Bakire Meryem' duası oku".
Tommy kiliseden çıkar, dışarıda bekleyen arkadaşı Pat, günah çıkarmanın nasıl geçtiğini sorar.
"Şahane" der Tommy. "Sekiz dua ile üç süper tüyo aldım."


* Biz günah çıkarmadığımız için bize tüyo da vermediler :(

14 Ekim 2010 Perşembe

Özlem

Ben özlediklerimi zor görürüm rüyamda. Ne seslerini ne de görüntülerini tutturamam bir türlü... Ama bazen hiç beklenmedik bir zamanda çıkıverirler karşıma, rüyamda. Ya dokunamam, ya konuşamam, ya da doyamam.
Öyle oldu.
Kayra'nın doğum gününde sabaha karşı gördüm onu rüyamda, ölümünden sonra ilk defa. Üzerinde derviş hırkası gibi bir hırka, yeşilliklerin içinden yürüdü geldi. Bir taşa oturdu. İzledi. Konuşmadı. Gülmedi... O kadar göründü. Yetmedi. Hayatında da yetmedi, rüyasında da...
Yaşadığı dönemde oğullarımın doğum günlerinin gediklisi, onur konuğuydu. Atlamazdı, kaçırmazdı. Kucak dolusu hediyelerle gelirdi. Birinin doğum gününde ötekini unutmazdı. Birini düşünürken, öbürünü bırakmazdı. Onun gönlü böyle genişti, ruhu böyle inceydi işte. Ve işte yine ağlatıyor beni...

Onu o kadar özlüyorum ki. Yokluğunu bu kadar hissettiğim insan azdır benim ömrümde. Yaşasaydı nolurdu sanki? Yokluğu ile bile, var olanlardan yakın olanlardan Asım da...

Sağol Asım, Kayra'nın doğum gününü unutmadığın için.
Yine yazamıyorum ama ben göz yaşlarımdan...

Bu da benim sana hediyem. Bir resim, bir şarkı (sana yakışmasa da). Umarım seversin.

30 Eylül 2010 Perşembe

Seyahat ve Cesaret

Ayağım burkulduğundan beri spor için salona gitmiyorum. Raporluyum. Ama tamamen kopmamak adına, Caddebostan sahile gidiyorum; yürümek ve kondüsyon artırmak için. Parkur sonunda da "kim kullanır bunları yahu" diyegeldiğim egzersiz aletlerinden karın için olanı kullanıyorum. Yine dememişim "büyük sözüme tövbe" diye. Neyse bu sefer sonuç iyi; zira pek de keyifli oluyormuş adalara karşı çalışmak...

Kulağımda müziğim, karşımda adalar ve masmavi Marmara, etrafımda yemyeşil çimenler, keyifle karın hareketlerimi yapıyordum. Bir anda peri gibi güzel, genç bir kadın yürüyüş yolundan çıktı, çimenler üzerinden bana doğru yürümeye başladı. Başı ile selam verdi. Kendisini tanımadığım için, önce etrafıma baktım. Yakın çevrede kimse yoktu. En kötü ihtimalle havaya gider selamım diyerek ben de selam verdim ve "günaydın" dedim kulağımda müziğim çalmaya devam ederken. İnce yapılı, uzun boylu, saman sarısı uzun saçlı genç kadın, kot pantolon giymişti. Zarif bluzu ve hırkası, modern gözlükleri ile bana spor yapmaktan başka bir neden ile oradaymış hissini verdi. Bana birşeyler söylediğini fark edince, kulaklıklarımı çıkardım. "Biletimi arıyorum" dedi. Bir an için refleksle yere baktım. O etrafa baktı ve "bilet bakıyorum" dedi. Neredeyse emindim kamera şakası olduğuna. Bu sefer etrafta biletle beraber kamera aramaya başladı gözlerim. "Nasıl ve ne bileti acaba?" dedim. "Seyahat bileti. Ben seyahate gitmek istiyorum" dedi. "Hımmm" dedim. Durum anlaşılmıştı. "Seyahate gitmek istiyorum, ama cesaret edemiyorum" dedi.
Bu muhabbet uzardı, ben izin verseydim. Ve on basardık Fellini filmlerine. Onun başka söyleyecekleri vardı mutlaka, ama benim onu dinleyecek halim yoktu. "Peki. Bakarım ben de bilete. Ama bulursam seyahate ben giderim. Şimdi sporuma devam edeceğim izninizle" dedim. Kulaklıklarımı takıp, müziğime ve sporuma döndüm. O da aletlerden biri ile biraz oyalandı ve gitti.

Deli, deliyi parkta bulmuştu. Bir tanesi söyleyeceğini söylemiş, diğerini düşüncelere gark etmiş ve gitmişti. Hala düşünüyorum "seyahat" ve "cesaret" ilişkisini. O, o kadar derin anlam vermemiş olsa da...

Yaşasın delilik!

12 Eylül 2010 Pazar

Biat, engeldir.

Şahane bir toplantıdan henüz döndüm. Konu ağrı idi. Dünyanın her yerinden çeşitli branşlardan insanlarla birlikte konuyu didikledik. Ülkemizdeki çalgılı çengili kongrelerden sonra bana ilaç gibi geldi. Çok nezih bir ortamda iddiasızlığın iddiası ile ağırladılar bizi. Sohbet sırasında kongre başkanı bu toplantıyı nereden duyduğumu sordu. Tesadüfen bir meslektaşımdan duyduğumu söyledim. Şaşırdı. Çünkü ağrı ile uğraşan ve bu internasyonel grubun önemli üyelerinden biri olan ağrı "guru"su, meşhur bir meslektaşımızın ülkemize duyurmasını beklerlermiş... (Ama bu "yoğun" doktorumuz, kongreden kongreye koşup "sunum"lar yaparken ve arada kliniğine gelip "doktorluk" yaparken ülkemiz doktorları için yapması  gereken duyuruya fırsat bulamamıştır. ) Dahası kongreye katılmak isteyenlerin bir kısmının katılım- konaklama gibi ücretlerini verebileceklerini de ekledi. Geçen yıl İstanbul'da yaptıkları kongreden çok para kazandıklarını ve bu parayı bir şekilde harcamak zorunda olduklarını, bu paranın boşta beklediğini anlattı.


Bizde kongreler çok şaşalı geçer. En görgüsüz düğündekilerden bile daha görgüsüz sofralarda yemek yer, eller havaya yaparız. Konserlerine bilet bulunamayan sanatçılar gelir zoraki esprilerle doktorları eğlemeye çalışırlar. İlaç firmaları yağdırır- ne hikmetse(!). Üçüncü dünya ülkelerine yakışır şekilde harcarız paraları. Kongreyi düzenleyenlerin elde ettikleri geliri hesaplamak için ise benim matematiğim yetmez. Kimbilir ne hesaplarla denkleştirilir vicdan ve bilime hizmet.
Bugüne kadar ben hiç duymadım bir kongreden toplanan paralarla herhangi birine herhangi bir katkının yapıldığını, ama varsa böyle bir durum duymak- bilmek isterdim.

Bizim kongrelerde tıbbın kanıtlanmış verileri aynı kitaplardaki gibi "okunur", tek tük tecrübe aktarılır ve tartışmalar da genelde tatsız olur. Güç gösterisine dönüşür.

Görece gelişmiş olduğunu sezdiğim ve gördüğüm ortamlarda ise "interaktif" kısım en kıymetlisidir. Çünkü tecrübe esastır- bilgi olmazsa olmazdır. Ben ülkemizin doktorlarının "üstün" olduğunu ve en ağır şartlarda mucizeler ve hatta icatlar yaratarak çalıştığını biliyorum. Bu bilgilerin aktarılmasına engel ise "biat" kültürümüzdür bana göre. Biat engeldir kendini ifade etmeye. Biatta "kendi" yoktur - olamaz zaten. Akbabalar gibi kongreleri tekeline almış "sözde" akademisyen bir grup, tıp sanatının keyifle ve olması gereken kalitede paylaşımına engel kanımca. Kongre denince, yapmış olmak için yapılan toplantılar, ellerinde purolar ve Semra Özal model saçlarla kafalarını geriye atarak kahkahalar patlatan "hoca"lar gözümün önüne geliyor ne yazık ki...

Katıldığım toplantıdan öğrendiklerimin ve pekiştirdiklerimin yanı sıra; tıbbın bir sanat olduğu, "kesin doğru" veya "kesin yanlış"ın olmadığı, bilginin modüler olup her şekilde kombinasyonlar ile uygulanabileceğini görmek-hissetmek işime olan sevgimi artırdı. Bu uygulamaların paylaşımı ise rakı sofrasındaki muhabbet kadar keyifli idi.

Ez cümle: yüzüm gülerek döndüm. Aklımda bir sürü plan, proje ile. Enerjim ne kadar götürür bilmem. Ama dönüp bu yazıyı okuduğumda hatırlarım belki o ortamı ve şarj olurum. Darısı gelecek toplantların başına.

3 Eylül 2010 Cuma

Söz O ki...






Sevgili Arkadaşım Ece'nin bir iletisine yer veriyorum. 

Eski Roma'nın ünlü generallerinden birinin eşi dünya güzeli bir kadınmış. Kültürü, neşesi, ev sahibeliği üslubuyla benzeri güç bulunur bir "şahane kadın"... Boşanacakları haberi çıkmış, bütün Roma bu haberle çalkalanıyor. Yakın arkadaşları bir cesaret konuyu açmışlar:
- Eşin Roma'nın en güzel, en beğenilen, gıpta edilen kadını, diye başlamışlar...
Lafı birbirinin ağzından alarak dakikalarca övdükten sonra, sözü şu suale getirmişler.
" Nasıl olur da ondan ayrılmayı düşünebilirsin?"
General bacağını uzatarak:
- Çizmemi beğendiniz mi önce onu söyleyin bana, demiş.
- Çok güzel!
Tay derisinden yapılmıştır. Sicilya'nın en marifetli çizmecisi tarafından, kendi eliyle, benim için yapılmıştır. Bir benzerini bütün Roma'da bulamazsınız.
- Belli, demiş arkadaşları. Benzersiz derken de haklısın. Ama bunun, bizim sualimizle ne alakası var?
Arkadaşlarının merakını iki kelimeyle gidermiş general:
- Ayağımı sıkıyor.

İnsanda güzel olan yüzdür, yüzde güzel olan gözdür ama insanı insan yapan ağızdan çıkan sözdür.....

"Söz o ki, kalbi açar; en çirkini dünya güzeli yapar.

Söz o ki, kalbi kapargöz birşey görmez olur."  Burcu

Bu arada ayağına uygun çizme bulma yolunda generale bol şans :)

23 Ağustos 2010 Pazartesi

R.I.P Diyojen

İyi bir başlık seçmişim meğer bloguma.
Hala deviniyorum...

Yaşam geçip giderken yamacımdan, tutamıyorum sanki bana ait olanları bile.
Neyle oyalanıyorum ki ben. Hep birşeyleri kaçırdığım ve kaçırıyormuşum duygusu... Yetişememek, yetiştirememek, kaçırmak duygusu...

Hiçbirşey yapmamak. "Anton"lar gibi durup izlemek. Evet. Ben şu anda bunu istiyorum.
Lisede öğrenci iken vapurlarda, sokaklarda gördüğümde nasıl olur da bunu seçer bir insan derdim. İşte şimdi onları  anlar haldeyim. Gölge etmesinler başka ihsan istemem...

16 Temmuz 2010 Cuma

Basit, kolay değildir

Basit. Çok basit.
Uyku, deniz, yemek...
...doğa...
... ile gelen sağlık.
Yeterli.
Buna ulaşmak kolay mı zor mu onu bilemiyorum.
*"Doğa"nın içinde çılgın kalabalıklar yok
    Zorluk = İzolasyon